Aziz Sancar’ın hayatında o kadar ilginç ve ilham verici hikâyeler var ki, filmi yapılsa Nobel ödüllü John Nash’i anlatan Akıl Oyunları’ndan daha fazla dikkat çeker.
2015 Nobel Kimya Ödülü sahibi Prof. Aziz Sancar vefakâr, ülkesini seven ve buluşlarıyla insanlığa katkı yapmış, çalışkan bir akademisyen. Geçen ayki Türkiye ziyaretinde herkes onunla bir araya gelmek ve ödül vermek için yarıştı. O da her fırsatta Türkiye’ye, cumhuriyete ve Atatürk’e olan sevgisini ve bağlılığını ifade etti. Başarısını ülkesinde aldığı temel eğitime bağladı. Sancar çok saygıdeğer bir akademisyen, tutarlı konuşuyor ve söylediklerinden öğrenecek çok şey var.
Tabi unutmamak gerek ki, Sancar Türkiye’de doğmuş ama 25 yaşında Amerika’ya gitmiş ve 45 senedir orada yaşıyor. Doktora eğitimini Amerika’da almış, öğretim üyeliğini orada devam ettiriyor. Araştırmaları için ihtiyaç duyduğu fonlar genelde Amerikan kurumlarınca karşılanmış. Dolayısıyla Türkiye’nin Sancar’ın başarısındaki katkısı ve sahiplenmeye hakkı tartışılır. Biz Sancar’ı büyük ölçüde tanımıyor ve çalışmalarını takip etmiyorduk. Kendisi ancak Nobel’i kazandıktan sonra dikkatimizi çekti. Çoğumuz bunu bile çok sonra öğrendi.
Nobel’e hazırlıksız yakalandık
Başlangıçta Sancar ve Nobel meselesini nasıl ele alacağımızı bilemedik. Belki bunda politik görüşünün ve bilimdışı faaliyetlerinin tam olarak bilinmiyor olması da etkili olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Bilim Başdanışmanı Prof. Davut Kavranoğlu 2015 Ekim ayı başında Cumhurbaşkanı beraberinde Tokyo’da Türk-Japon Üniversitesi için görüşmeler yaparken yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Bir önceki gün Japonlar bize Nobel Fizik Ödülü’nü aldıklarını söylemişlerdi ve bundan gurur duyuyorlardı. ‘Türk-Japon Üniversitesi’nin Mütevelli Heyetine, Nobel ödüllü bir bilim insanı koyacağız, böyle güzel bir katkı sunuyoruz’ diyerek bunu bize pazarlıkta kullanıyorlardı. Ertesi gün toplantı sırasında bir Japon arkadaşımız gelip kulağımıza dedi ki, ‘Aziz Sancar Nobel ödülü aldı.’ ‘Şaka mı yapıyorsun?’ dedim.
Habere inanamadığını vurgulayan Kavranoğlu, “Bilgiyi doğrulayıp, Aziz Sancar’ı araştırdık. Çünkü, kendisini tanımıyorduk. Sonra Sayın Cumhurbaşkanımıza bilgiyi verdik. O an büyük bir gurur yaşadık.” diyor. Kavranoğlu ilerleyen günlerde Sancar’la yaptığı bir sohbette ilk merakının onun ‘sağcı mı, solcu mu’ olduğunu anlatıyor ve Google’da sorgulayıp kendisinin vatansever bir bilim insanı olduğunu öğrenince rahatladığını (muhtemelen muzipçe) söylüyor.
Aziz Sancar ve Nobel’in Öyküsü
Neyse ki Nobel ödülünün açıklandığı Ekim 2015 tarihiyle Sancar’ın Türkiye’ye geleceği Mayıs 2016 arasındaki vakti iyi değerlendirdik. Herkes onun keşiflerine bir göz attı, üniversitelerde konuşmalar, kutlamalar, açılışlar organize edildi. Bu arada 19 Mayıs’ta Anıtkabir’e armağan edilecek Nobel ödülünün İstanbul Üniversitesi’ne de armağan edilecek olması önce kafalarda karışıklık yarattıysa da replika Nobel madalyası diye bir şey olduğunu öğrendik. Ayrıca Sancar’ın Türkiye’deki en sıkı takipçisi Orhan Bursalı’nın benim de hemen alıp okuduğum Aziz Sancar ve Nobel’in Öyküsü kitabı çıktı.
İsteyenler Aziz Sancar’ın bilime önemli 6 katkısını Bilim ve Teknik dergisinin 1 sayfalık özetinden öğrenebilirler. Meraklılar Nobel Komitesinin web sayfasından detaylı bilgi edinebilir. Anıtkabir Dergisi Nisan 2016’da Aziz Sancar Özel Sayısı çıkardı, ilginç yazılar içeriyor. Ayrıca, Amerikan Bilimler Akademisi kendisi için akıcı ve aydınlatıcı bir üye profili yayınlamış. Makalelerinin büyük çoğunluğuna PubMed kayıtlarından ulaşılabilir. Ben bunlardan fazlasını da araştırdım. Yaşam hikâyesinde kimya bilimine veya akademisyenliğe ilgisi olmayanlar için de ilgi çekici ve ilham verici olabilecek anekdotlarla karşılaştım.
Mardin – Fedakâr bir aile ve idealist öğretmenler
Sancar çiftçilikle uğraşan orta halli bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak 1946 yılında Mardin’in Savur ilçesinde dünyaya geliyor. İki de üvey kardeşi var. Savur’da o tarihte lise olmadığı için liseyi Mardin’de okuyor. Ailesi okuma-yazma bilmemesine rağmen çocuklarının iyi eğitim alması için ellerinden geleni yapıyor. Abilerinden ikisi askeri okula gidiyor ve yıllar sonra birisi yarbaylıktan diğeri tuğgenerallikten emekli oluyor.
Sancar lisede futbol takımında oynuyor, gözü pek olduğu ve zor topların üzerine gittiği için kaleciliğe geçiş yapıyor. Genç milli takıma çağırılacak kadar başarılı fakat eğitim hayatı sekteye uğramasın diye futboldan vazgeçiyor. Spora ilgisini Galatasaray taraftarlığı ile sınırlıyor. Sancar ilgilendiği her konuda çalışkan, gözü kara ve azimli kişiliğiyle dikkat çekiyor. Röportajlarında lise öğretmenlerinin köy enstitülerinde yetişen idealist insanlar olduğunu vurguluyor. O yıllarda milliyetçi çevreler içinde bulunduğunu ama vatanseverlik bilinci kazanmanın ötesine geçmediğini, herhangi bir siyasi hareketin parçası olmadığını söylüyor.
İstanbul – Kimyaya niyet tıbba kısmet
Sancar birincilikle bitirdiği lisedeyken Kimya okumaya heveslenmesine rağmen tıp eğitimini hedefleyen 5 arkadaşının etkisiyle 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne giriyor. Yine de aklında temel bilimler var ve biyokimya derslerine ağırlık veriyor. Bu dönemde ilk defa TÜBİTAK burslarından faydalanıyor. Başlangıçta Sancar’ın bilim merakının sevdiği hocaların derslerinden aldığı zevk ve heyecanla şekillendiği görülüyor.
Sancar İstanbul’dayken aklında sadece dersleri var. Bir defa bile sinemaya, konsere ya da maça gitmiyor. İstanbul’u hiç yaşamamış. O kadar ki, okul bittiğinde Topkapı Sarayı’nı görmek istediğinde arkadaşlarıyla Topkapı otobüsüne biniyor ve sarayı Topkapı surları çevresinde arıyor. Sarayın Topkapı’da değil, Sultanahmet’te olduğunu sonradan öğreniyorlar.
Okuldaki hocalarından (rahmetli) Prof. Muzaffer Aksoy kendisini yurt dışına gidip bilimsel çalışmalar yürütmesi için teşvik eden ilk kişi. Prof. Aksoy yıllar sonra Sancar’ın Nobel konuşmasında teşekkür edeceği ufkunu açan 4 akıl hocasından birisi. Kendisi çalışmaları dünyada kabul görmüş ve TÜBİTAK’ın 1969’da vermeye başladığı Tıp ödülünü almış ilk bilim insanı. Sancar’ın çok saygı duyduğu diğer bir hocası ise Prof. Ekrem Kadri Unat. İlerleyen yıllarda Sancar Amerika’da doktora programına başvurduğunda ona referans mektubu verecek olan 2 kişi (kendileri de daha önce Amerika’da çalışmış olan) bu hocalar.
Sancar 1969’da Tıp fakültesinden birincilikle mezun olduğunda aklından geçen şey aynı okulda Biyokimya bölümünde Yüksek Lisans’a devam etmek. Hocası Türkiye’de Biyokimyanın öncülerinden (rahmetli) Prof. Mutahhar Yenson lisansüstü eğitime başlamadan önce bir süre hekimlik yapmasını tavsiye edince eğitimini aldığı işi yapmayı deniyor. Mardin’e dönüp ilçe ve köylerde hekimlik yapmaya başlıyor. Bu dönemde kendisi o kadar seviliyor ve güveniliyor ki annesi dâhil köydeki kadınlar verdiği reçeteleri muska yapıp başörtülerinin içinde taşıyorlar.
Bu arada Sancar ‘bilimsel araştırma yöntemini ilk ondan öğrendim’ dediği Muzaffer Hocasıyla irtibatını sürdürür. Araştırmaları için Mardin’in köylerinde topladığı kan örneklerini hocasına gönderir. Yanında çalışan hemşireyle birlikte ise Mardin’de guatr hastalığının yaygınlığı üzerine bir makale yayınlar. Böylelikle araştırma yapmaya ve yayınlamaya başlamış, bir daha asla kopamayacağı bilim ve keşif yapma heyecanını tatmıştır.
Johns Hopkıns – Doktoraya kabul edilmek mi daha zor yoksa bitirmek mi?
1,5 yıl hekimlik yapan Sancar hocası Prof. Yanson’un tavsiyesine hak verir, gerçekten çok tecrübe edinmiştir. Fakat daha fazla hekimlik yapmanın ona asıl heyecan veren araştırma ve buluş yapma yolunda bir katkısı olmayacağını düşünür. Bu zaman zarfında dünyada Biyokimya konusunda en iyi çalışmaların nerede yapıldığını araştırmış ve Amerika’da karar kılmıştır. TÜBİTAK aracılığıyla yürütülen NATO’nun Barış ve Güvenlik İçin Bilim (Science for Peace and Security) bursuna başvurarak 1971’de Amerika’ya, Baltimore-Maryland’deki Johns Hopkins Üniversitesi’ne doktora eğitimine gider.
Sancar’ın Amerika’ya ilk gidişidir ve neredeyse hiç İngilizce bilmez. Tıp fakültesinin son sınıfında İngilizce dersi almıştır ama bu temel düzeyde ve geçmişte kalan bir eğitimdir. Sadece liseden kalma Fransızcasıysa çok sınırlı işe yarar. Haftada 7 gün, günde 18 saat çalışır. Sosyal yaşamı ve neredeyse hiç arkadaşı yoktur. Bu düzen onu zorlar. Üstelik hocasıyla da anlaşmazlığa düşer. Zamanla İngilizce sorununu halletse de kültürel uyuşmazlık ona zarar vermeye başlamıştır bir kez. Psikoloğa gitmeye başlar ama hayatı yoluna girmez. 1,5 senenin sonunda hocasına kırgın, doktorasını bitirmeden Türkiye’ye geri döner.
Bu sürede kazandığı en önemli 2 şey, ana araştırma alanı olarak ‘fotoliyaz’ konusunda karar kılması ve bu alandaki en önemli hocalardan birisi olan Prof. Stan Rupert ile üniversitede misafir olarak verdiği bir seminer sayesinde tanışmasıdır.
Türkiye’ye dönünce önce bazı aile üyelerinin yaşadığı Ankara’da depresyon tedavisi görür. Sonra diğer aile üyelerinin bulunduğu Savur’da doktorluk yapmaya başlar. Kendisini tekrar güçlü hisseder hissetmez de yine yurtdışına gidip araştırmalarına devam etmeye niyetlenir. Nitekim, geldikten 8 ay sonra tekrar yurtdışı yolu gözükür. Yalnız, TÜBİTAK Amerika’da problem yaşadığı için bu kez İngiltere’ye Lancaster Üniversitesi’ne gönderir Sancar’ı. Burada 5 ay geçiren Sancar, araştırma düzeyinin Amerika’nın çok gerisinde olduğunu görünce TÜBİTAK bursunun kesilme pahasına ve beş parasız olarak 1973 ortalarında Johns Hopkins’e geri gider. Niyeti eğitimine kaldığı yerden devam etmek değil. Sadece eski hocası ile konuşur ve doktora eğitimini Prof. Stan Rupert’ın hocalık yaptığı Teksas Üniversitesi – Dallas’ta sürdürmek istediğini söyler. Ona bir mektup yazarlar. Cevap gelene kadar da oradaki Türklerin desteğiyle çeşitli işlere girer çıkar, hayatını sürdürmeye çalışır.
Teksas – Sancar’ın Amerika’ya ikinci bilim seferi
“Hepimizin zekâsı aşağı yukarı aynı, farkı çok çalışmak yaratıyor.”
Prof. Rupert’in Sancar’a yanıtı olumsuz olmaz ama beklediği gibi de değildir. Kısaca, ona ayıracak bir bütçesi olmadığını yazmıştır. Sancar önce çekimser kalır, sonra bunun bir ret cevabı olmadığına karar verir. Açıkça bir ret cevabı alma ihtimalini engellemek için yanıtı teyit etmeye çabalamaz ve doğrudan Teksas’a Prof. Rupert’in çalışma laboratuvarına gider. Bu emrivaki ile okul hayatı tekrar başlar. Ancak, burssuzdur, parasızdır ve burada ona destek olacak başka Türk de yoktur. Vaktinin çoğunu zaten laboratuvarda geçiren Sancar geceleri de laboratuvarda uyur. Amerika’ya ilk geldiğinden çok daha sefil bir hayat yaşamasına rağmen bu sefer hem zihinsel olarak daha hazırlıklıdır hem de daha tecrübelidir, zorluklarla başa çıkar. Birkaç ay böyle geçtikten sonra okuldaki ‘tam zamanlı’ yaşamı şikâyete konu olur ve uyarı alır. Bunun üzerine Sancar’a Pakistanlı arkadaşları evlerini açıyor. Anlaşılıyor ki, ikinci Amerika seferinde Sancar biraz daha sosyal bir insan olmuş. Bir dönem de böyle geçtikten sonra hocası Prof. Rupert onun özverili ve başarılı çalışmasını karşılıksız bırakmaz ve onun için gereken bütçeyi ve bursu yaratır.
Sancar ilk hocasının tersine Prof. Rupert’i hayatının akışını değiştiren, onu yetiştiren ve destekleyen biri olarak daima şükranla anıyor. Tabi burada da her şey her zaman harika gitmiyor. Ona mesafeli yaklaşan ve yaptığı deneyleri yerli yersiz eleştiren laboratuvar arkadaşları ile mücadele etmek zorunda kaldığı zamanlar oluyor.
Bir insanı ‘bilim insanı’ yapan şey nedir?
“Başarılı bir bilim insanında 3 temel özelliğin bulunması gerektiğine inanıyorum: Bilgiye dayalı yaratıcılık, sıkı çalışmak ve başarısızlık karşısında direnmek.”
Doktora eğitiminin birinci yılında Sancar o dönemde yeni geliştirilen bir yöntemi kendi yaratıcı deney yöntemleriyle harmanlayarak çok önemli bulgular elde ediyor: “Bu deneyle gerçek bir bilim adamı olduğumu kanıtladığıma inanıyorum… Çünkü bu deney birden fazla disiplinden görünürde birbiriyle ilişkisi olmayan farklı olayları bir araya getirip varsayım ve yeni bir düşünce tarzı oluşturabilme yeteneğine ve teknik beceriye sahip olduğumu gösteriyordu. Ayrıca aksilikler karşısında inancımı yitirmeden yola devam etme azmim başarılarımda büyük rol oynadı… Bu sayede Dr. Rupert benim iyi bir öğrenci olduğuma ikna oldu ve bana kendi araştırma hedeflerimin peşinden koşma özgürlüğü verdi.”
Bu çalışma bilim dünyasında çok fazla yankı yapmıyor ama kazandığı özgürlük ve güven Sancar’ın öncü bir araştırmacı olmasını mümkün kılıyor. Örneğin, onun araştırmaları üniversitesini Stanford’dan sonra gen klonlamayı başaran ikinci üniversite yapıyor. Araştırma ve keşfe o kadar dalmış ki doktora eğitimini tamamlayıp mezun olmayı umursamıyor. Ona, elinde yeterince çalışma biriktiğini, bunları bir teze dönüştürerek doktora eğitimini tamamlamasını hocası hatırlatıyor. Tam araştırmalara ara verip tez yazmaya odaklanacakken araya bir de 4 ay askerlik giriyor. Herkes askerliği erteletmek için lisansüstü eğitime başlar, Sancar o yoğun dönemin ortasında 1976’da Türkiye’ye askerliğe geliyor. Döndüğünde araştırmalarına devam ederek ses getirecek buluşlar yapıyor. Ancak, bunları yayınlamaya çalışmakla meşgul olmayıp tezine öncelik veriyor ve 1977’de Dallas Üniversitesi – Teksas’tan doktora derecesi alarak mezun oluyor.
Akademik yayın macerası başlıyor
Sancar’ın ilk araştırma makalesi 1978’de Gene dergisinde yayınlanıyor. Gene dergisi yayın hayatına 1976’da başlayan ve halen de devam eden saygın bir dergi. Bu makale Sancar’ın doktora çalışmaları sırasında rüştünü ispatladığını söylediği ve doktora tezinin de ana konusu olan klonlama deneyleri üzerine yazılan fakat doktora bittikten sonra dergiye gönderilen bir makale. Yazar olarak kendisi ve doktora hocası Dr. Rupert imza atıyor. Adres olarak araştırmaya o dönem ev sahipliği yapmış olan Teksas Üniversitesi’ni gösteriyorlar. Sancar’ın henüz yeni gelişen araştırma alanlarına odaklandığı ve yenilikçi araştırmalar yaptığı açık. Çok iddialı bir insan ve hakkını da veriyor, akademik hayatının en başından itibaren katkılarıyla bilimin çıtasını yükselttiği tartışmasız.
Yale – Doktora sonrası Araştırma Görevlisi (post-doc)
Makaleler yazılıp dergilere gönderilmeye başlanırken, Sancar bir yandan da büyük bir özgüvenle ilgi alanıyla örtüşen araştırmalar yapan ve kendini layık bulduğu ülkenin önde gelen 3 laboratuvarına doktora sonrası araştırma görevlisi (post-doctoral researcher) olmak için başvuruda bulunuyor. Teksas’tan ayrılması gerekiyor çünkü Amerika’da genel usul doktora derecesini alanların mesleki kariyerlerine başlangıcı başka bir çatı altında araştırmacı veya öğretim üyesi olarak yapmaları.
Maalesef Sancar’a 3 yerden de ret cevabı geliyor. Kendini parlak bir araştırmacı olarak gören Sancar bu haberlerle yıkılıyor. Toparlanması ve tekrar umut bulması ancak arkadaşlarının teselli etmesi ve yol göstermesiyle mümkün oluyor. Bir tavsiye üzerine Yale Üniversitesi’ne başvurmaya karar veriyor. Hocası Prof. Rupert’in de referans mektubunu ekleyerek Prof. Dean Rupp ile yazışıyor. Böylelikle şunu anlıyoruz: Demek ki dünyanın en iyi üniversitelerinden birisi olan Yale Sancar’ın kendini layık bulduğu ilk 3 içinde yer almıyormuş!
Bir de prosedür var dikkat çeken: Doktora sonrası araştırmalarda başvuru önce okula yapılmıyor. Önemli olan çalışma ekibinde yer alacağınız Baş Araştırmacı / Laboratuvar Sorumlusu (Principal Investigator) ile iletişim kurup ikna etmek. Pek çok üniversite sadece iyi bir ev sahibi olmaya çalışıyor ve bu kişilere hiç karışmıyor bile. Üniversiteler için önemli olan projelerin başarısı ve kazanılan dış hibeler/fonlar. Pek çok baş araştırmacı üniversitesinde kısmi süreli görevli. Nitekim Sancar da kariyeri boyunca derse girmekten çok araştırma yapmayı tercih ediyor. İleriki yıllarını en az ders yüküyle, çoğunlukla yılda sadece 1-2 dersin hocalığını yaparak, dolayısıyla üniversitede kısmi süreli çalışarak geçirecek.
Prof. Rupp Sancar’ı laboratuvarı için uygun buluyor fakat boş araştırmacı pozisyonu yok, sadece teknisyen kadrosunda açık var. Texas’a beş parasız ve iş garantisi olmadan giden Sancar elbette ki Yale’e araştırmacı olarak çalışmaya ama teknisyen maaşı almaya razı olarak gidiyor. Böylelikle doktorasını aldıktan 2 ay sonra yeni işine başlamış oluyor.
Yeni laboratuvarına başlangıçtaki en önemli katkısı Teksas’ta başladığı ancak henüz yayınlamadığı araştırmalarını ve ilerisi için yaptığı hazırlıkları beraberinde getirmek oluyor. Bu çalışmaların hepsine birden odaklanamayacağını kestirince elindeki hazır çalışmaların bir kısmını diğer çalışma gruplarına veriyor. Üstelik yaygın usule aykırı olarak, onların yapacağı akademik yayınlarda ortak yazar olmayı talep etmiyor.
Uluslararası düzeyde dikkat çeken ilk makale
Sancar’ın ilk dikkat çekici makalesi Ocak 1979’da yayınlanıyor. Yale’de henüz 1 yıl yeni dolmuşken yazılan bu makalenin geçmişi doktora dönemine kadar geri gidiyor. 2 sayfalık bu makale bugün hâlâ kendisinin en fazla atıf alan yayınlarının başında gelmenin ötesinde, sözlüğe onun adıyla anılan ‘excinuclease’ (Kesip Çıkarma Nükleazı) ve ‘maxicell’ (Büyük Hücre) gibi 2 terimi kazandırmasına da aracı olmuş. Sancar bu araştırma konusunu hocasına ilk açtığında Prof. Rupp ‘laboratuvarda herkesin planlı görevleri olduğunu ve kendi özel vaktinde bunun üzerine çalışabileceğini’ söylüyor. Sancar’ın zaten özel vakit kavramı olmadığı için gece gündüz çalışıyo ve umut verici sonuçlar elde ediyor. Hocası olumlu gidişatı görünce Sancar’ı bu konuda desteklemeye karar veriyor ve araştırmasını ilerletecek tavsiyeler vermeye başlıyor. Makale ses getirince de hem çok şaşırıyor hem de çok memnun oluyor. Sancar böylelikle hocasının gözüne giriyor. Sancar bu makaleyi ilk önce Nature dergisine göndermiş. Yenilikçi yöntem ve sıra dışı bulgular içeren makale derginin editörleri tarafından gerçek olamayacak kadar başarılı görülerek ret edilmiş. Bunun üzerine makale çok kısa süre sonra saygınlığı Nature’dan aşağı olmayan Journal of Bacteriology’de yayınlanmış.
İlginç diğer bir konu ise Sancar’ın makaleyi dergiye göndermesini mümkün kılacak kadar klavye kullanmayı bilmemesi. Bu nedenle laboratuvardaki bir teknisyene el yazısıyla yazılmış taslaklar veriyor. O da bunları daktilo ediyor. Karşılığında da (yine) yaygın usule aykırı olarak teknisyenin ismini makaleye ortak yazar olarak koyuyor. Tabi bu durumda da hocası 3. yazar olarak geçiyor. Sancar bugün de hâlâ kısa e-postalar ve yazılar dışında klavye kullanmıyor ve asistanlarına yazdırıyor. Daha da ilginci, Sancar kariyeri boyunca laboratuvarda yaptığı deneylerde de teknisyenlerden azami ölçüde faydalanıyor. Yıllar sonra “Eğer ellerim biraz daha yatkın olsaydı deneylerim çok daha hızla başarıya ulaşır ve keşiflerimi çok daha erken yapardım.” diyecek.
Nobel yolunu açan buluş
Sancar’ın keşfettiği ‘İkili Kesim Onarım Mekanizması’ o kadar önemli ki ilk bulgularını hocası ve sınırlı bir laboratuvar grubu dışında kimseyle paylaşmıyor. Dünyada bu konuda çalışan başka laboratuvarlar da var. Kimin neyi nasıl keşfettiği ve ilk yayınlayanın kim olacağı heyecan verici bir yarış. Sancar ilk keşfeden olmaya özellikle kafayı takmış durumda. Yıllarca üzerinde çalıştığı bir konuda son adımları başkasının atarak ilk olmasını sindirmesi mümkün değil. Bu eğilimini bugün de sürdürüyor. Nobel haftasında ödül kazananlarla yapılan bir sohbette sıtma hastalığını önlemeye dönük araştırmalarıyla 2015 Nobel Tıp ödülüne ortak olan profesörlere hitaben “Hayatımda Nobel Tıp ödülünü kazananları hiç bu kadar kıskanmamıştım, keşifleriniz insanlık için çok önemli, siz benim kahramanımsınız.” diyor. Sancar’ın eğer Nobel alırsa bunun Kimya değil Tıp alanında olabileceğini tahmin ettiğini unutmamak gerek.
Tabi onunkisi ilk olmanın gösterişini yaşama hevesi değil; hayatı boyunca göz önünde olmayı seven birisi olmamış. O insanlığa katkı yapan buluşlar gerçekleştirmeye tutkun. Zaten keşfettiği onarım mekanizmasının ilk duyurusunu da kendisi değil, 1982’de bir konferansta hocası Prof. Rupp yapıyor. Sancar akademik konferanslara, etkinliklere dahi ilgi göstermeyen, göz önünde olmaktan hoşlanmayan asosyal bir insan. O kadar ki, Nobel komitesi kendisinin Nobel ödülünü almaya İsveç’e geleceğinden bile şüphe duyuyor ve onu özellikle arayıp teyit ediyorlar.
Söz konusu buluş bir makale olarak ertesi yıl Sancar Yale’den ayrıldıktan sonra Cell dergisinde yayınlanıyor. Sancar Nobel aldıktan sonra Yale Scientific dergisi hocası Rupp’un (ortak yazdıkları) bu makaleyle bir kutlama pozunu yayınlıyor.
North Carolına – Baş Araştırmacı (Prıncıpal Investıgator)
Sancar doktora sonrası iş başvurularını yapmak için neredeyse mezuniyeti beklemişti. Yeterince araştırma yapmamış ve sadece 3 okula başvurmuştu. Bu nedenle kolay bir süreç değildi. Bu sefer işi biraz daha sıkı tutuyor. Yale’de işe başlayışının 4. yılında, yani 1981’de artık kalıcı olarak bir üniversiteye geçme arayışlarına başlıyor. Bu amaçla 50 üniversiteye başvuruyor. Maalesef sadece 3-4 tanesinden yanıt geliyor. Onlar da olumsuz oluyor. Aslında Sancar’ın araştırmacı niteliği çok yüksek fakat asosyal kişiliği ve akademik etkinliklerden uzak durması ilgili çevrelerin onu tanıyamamasına neden oluyor. Örneğin, pek çok kişi Sancar’ın buluş ve yayınlarının asıl sahibinin hocaları olduğunu zannediyor. Bir diğer dezavantajı ise çok dar bir pazara hitap etmesi. Sancar’ın araştırma konuları yeni gelişen, hatta onun sayesinde ilerleme kaydedilen alanlar. Bu konularda çalışan laboratuvar sayısı çok az. Üçüncü dezavantajı eşiyle birlikte aynı okulda çalışmak istemeleri ki bu da çok yaygın ve kolay kabul edilen bir talep değil. Ayrıca, Sancar İngilizceyi aksanlı konuşmasının ve ders vermeyi sevmeyip vaktini laboratuvarda geçirmek istemesinin de kendisine mesafeli yaklaşılmasına neden olduğunu düşünüyor.
Sancar’a iyi haber aylar sonra North Carolina Üniversitesi’nden geliyor. Yeni bir laboratuvar kurmak istediklerini ve katılabileceğini söylüyorlar. Sancar yeni kurulmakta olan bir laboratuvarda hazırlık ve yerleşme çalışmalarının onu araştırma yapmaktan en az 6 ay alıkoyacağını düşünüyor. “Önce siz laboratuvarı kurun eşimle biz sonra gelelim” diyor. Onlar da eşiyle aynı laboratuvarda olmaması şartıyla kabul ediyorlar. Sancar o zamandan beri gençlere örnek gösterdiği bu fedakârlığı şöyle anlatıyor:
“O dönem önemli bir keşif üzerinde çalışıyorduk. Dünyada bu konuda çalışan 3 laboratuvar daha vardı. Eğer North Carolina’ya hemen gitseydik 70 bin dolar alacaktık ama biz Yale’de kalıp 1 yıl daha 35 bin dolar maaşla araştırmalarımıza devam etmeyi tercih ettik. Nihayetinde çalışmalarımız boşa çıkmadı ve keşfi biz diğerlerinden önce tamamladık.”
Üniversite mi patron yoksa hoca mı?
Sancar 5 yıllık Yale macerasının ardından Doçent olarak ve 2 yıllık sözleşmeyle 1982’de North Carolina’da işe başlarken yanında bir de sürpriz hediye götürüyor. Yale’deki son aylarında yaptığı hibe başvurusu olumlu sonuçlanıyor ve Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü bir araştırmasını destekliyor. Böylelikle Sancar gelir gelmez Baş Araştırmacı olarak kendi laboratuvarının patronu oluyor ve 3 günlük rekor bir geçiş süreci sonunda hemen deneylerine başlıyor. Bu Enstitü 1982’den bugüne kadar Sancar’ın araştırmalarına toplam 24 milyon dolardan fazla fon sağlıyor. Son 15 yıl boyunca her yıl 2-3 araştırma projesi toplamda 1 milyon doların üzerinde hibe alıyor.
Bu dönemde Sancar’ın hak kazandığı başka destekler de var. Örneğin, ilk büyük ödülü 1984’te Amerikan Ulusal Bilim Vakfı’ndan gelmiş. Başarılı Genç Araştırmacı seçilerek 5 yıllık projesine toplam 312 bin dolar hibe almış. 1986 ve 1990’da NATO’dan araştırma hibeleri alıyor. Sancar’ın 2014 yılı maaşı üniversitede yarı-zamanlı çalışıyor olmasına rağmen 177 bin dolar. Bu demek oluyor ki, sıkı bir araştırmacı üniversiteden aldığı maaş kadar bir ek geliri de araştırma mesaisi için dış fonlardan elde edebiliyor. Daha da ötesi, Sancar yılda 10 araştırmacı istihdam edebilecek, üniversitenin laboratuvar imkânlarını genişletecek ve değer yaratma kapasitesini arttıracak kadar hibe kazanıyor. Dolayısıyla “Üniversite mi Sancar’a iş veriyor, ekmek kapısı oluyor, yoksa Sancar mı üniversiteye?”, tartışılır!
Gölge etme başka ihsan istemem!
Sancar’ın ödülleri Amerika ile sınırlı değil. 2007’de kendisine Vehbi Koç Ödülü veriliyor. 100 bin dolarlık bir parayı da içeren bu ödülü alırken Sancar “Öldükten sonra mal varlığımın, Türk öğrencilerin gelip kalacakları bir Türk Evi kurulması için harcanmasını vasiyet etmiştim. Bana verdiğiniz 100 bin dolara ben de 100 bin dolar ekleyecek ve bu evin bir an önce hayata geçmesini sağlayacağım.” diyor. Aynı yıl Türk Evi projesini hayata geçiriyor ve 19.Mayıs.2008 tarihinde, bayram günü hizmete açıyor.
Yıllar geçip bugüne gelindiğinde Sancar Nobel Ödülünün parçası olan 1 milyon TL’lik para ödülünü de bu eve bağışlıyor. Cumhurbaşkanı bunu öğrenip, devletin de bu ev için destekte bulunmasını teklif ettiğindeyse “Bu evin devletin değil, milletin evi olmasını istiyorum.” diyerek nazikçe ret ediyor. Malum orijinal Nobel madalyasını da Anıtkabir’e armağan etmişti ki; 175 gr. altından yapılmış olan bu madalyaların müzayedelerde 2-5 milyon TL’ye el değiştirebildiğini biliyoruz.
Sancar başarısını ve kazancını alın teriyle adım adım elde etmiş bir insan. Savrulacak bir zenginliğe sahip değil. Ama o sahip olduğu bilgiyi, tecrübeyi ve maddi zenginliği çevresiyle her zaman fazlasıyla paylaşan bir insan. Bugün onu ödüle boğan ve adını binalara, parklara verenleri görünce ben şöyle bir ders çıkarıyorum: İster bilim, ister spor veya sanat alanında olsun, esas mesele insanlara yetişme ve değer üretme dönemlerinde her türlü desteği vermek, önlerini açmak. Her şey nihayete erdikten sonra ve tam da hiçbir şeye ihtiyaçları kalmadığı dönemde insanlara minnet gösterilmesi aynı tadı vermiyor.
Yunus Emre Destanı ve Piri Reis Haritası
Yeterli bütçesi, özgürlüğü ve güzel bir laboratuvarı olan Sancar bunların hakkını veriyor ve yıllar boyu başarılı araştırmalar yürütüyor. Bunlardan Nobel’i hak ettirenlerin başında gelen ve sonuçları 1992’de Science dergisinde yayınlanan bir çalışması var ki Sancar şöyle anlatıyor:
“Bu çalışmayı anlatan makalem, estetik açıdan beni en tatmin eden çalışmamdır. Hem bilimsel olarak hem stil olarak… 30 yıllık bir gizemi çözmüş oluyorduk. Bu makale çok özenle yazıldı, sorunu çok hassas bir şekilde ortaya koydu ve deneysel sonuçlar büyük bir hassasiyetle tanımlandı. Bu veriler zamana karşı son derece güçlü ve sağlam durmaktadır. Türk arkadaşlarıma, ‘Bu benim Yunus Emre Destanımdır’ derim. Yunus Emre kendi alanında mükemmeliyeti temsil eder ve her Türk bu düzeye erişmeye çalışır.”
Sancar aynı yıl daha önce bakterilerde nasıl işlediğini keşfettiği DNA onarım mekanizmasının insanlarda nasıl işlediğini buluyor. 10 yıllık araştırmalar dizisinin sonuçları kısa süre sonra yayınlanıyor ve bilim dünyasında bakterilere dair keşfinden daha fazla dikkat çekiyor. Malum bilimsel çalışmalar insan hayatına, sağlığına ve refahına etki ettiği derecede önemli. Bu keşfin gecesinde laboratuvardan eve döndüğünde Sancar heyecanla eşine “İnsan biyolojisine dair öyle bir şey var ki, şu an bir Allah biliyor, bir de ben biliyorum.” diyor. Bu an gülümseten bir hatıra olarak daha sonra çevresindekilerle de paylaşılıyor. Yıllar sonra onunla aynı dönemde Nobel Ekonomi ödülü alan Prof. Angus Deaton Nobel sohbetlerinde bu cümleyi “yıllar boyu yılmadan araştırma yapan bir bilim insanını neyin motive ettiğinin ve keşif yapmanın verdiği tatminin en güzel tarifi” olarak örnek verecek.
Sancar DNA onarımı haritasına dair çalışmalarını da Piri Reis Haritası ile özdeşleştiriyor. İlk parçasını 1992’de açıkladığı bu araştırmaların son halkasını kısa zaman önce tamamlayarak insan genomundaki DNA onarımının tam haritasını çıkardı ve Mayıs 2015’te makalesini yayımladı. Kanser tedavisinde yeni ufuklar açacak bu buluşuyla ilgili övüncünü “Bana hangi gen ile ilgilendiğini söyle, sana nasıl tamir edildiğini söyleyeyim!” diyerek ifade ediyor.
Akademik yayın ve kariyer savaşları
Gözde bilim insanları bir yandan ulvi araştırmalarını yaparken bir yandan da kendi aralarında çekişmiyor değiller. Örneğin, eski bir tarihteki akademik konferansta Sancar’ın tezlerini savunan bir kişinin karşı tezi savunan (rahmetli) Prof. Betsy Sutherland’den yumruk yemişliği var. Neyse ki Sancar etkinlik ve toplantılara katılmaya meraklı değil, yoksa yumruğu belki de o yiyecekti! Konuyu daha da ilginç kılan Prof. Sutherland’in çalışmalarıyla 1985’te ödül almış olması ve kavga çıkaran tezinin Sancar’ın ileriki dönemde yapacağı çalışmalarla tamamen çürütülecek olması. Yani, kendisinin sadece akademik terbiyesi değil, ödülü de tartışmalı.
Bir ilginç olay da 1993’te yaşanıyor. Sancar’ın önemli bir dergiye gönderdiği makalesi olağan değerlendirme süreci çok geçmesine rağmen bir türlü karara bağlanmıyor. Nihayet Sancar meraklanınca ret cevabı veriliyor. Sancar da makalesini başka bir dergide yayınlıyor. Sonradan öğreniyor ki editörlerin makaleyi gönderdiği hakemlerden birisi özellikle değerlendirmesini paylaşmayarak yayını geciktirmeye çalışmış. Amacı ise aynı konuda araştırma yapan kendi laboratuvarının çalışmalarını bitirerek daha önce yayınlamasına fırsat yaratmak. İşin daha garibi, Sancar’ın bu etik dışı durumu makalesini gönderdiği dergi editörlerine ilettiğinde “tanınmış ve başarılı kişiler için böyle ithamlarda bulunursa başının derde girebileceği uyarısı” alması! Peki bu kişi kim? Sancar ile Nobel’i paylaşan Prof. Tomas Lindahl… Bu ve benzeri kişilerin varlığı Sancar’ın Nobel’i neden pek çok kişinin öngördüğü gibi en az 5 sene önce alamadığını da kısmen açıklıyor.
Bir de Sancar’ın genç akademisyenlere moral olsun diye anlattığı güncel bir anekdot var: “Nobel almadan önce bir dergiye makale yollamıştım, reddedilmişti. Nobel alınca tekrar gönderdim, “herhalde bu sefer yayınlarlar” diye. Ancak, ret ettiler. Şimdi hakemlerin eleştirilerine göre makalemi düzenleyip tekrar göndereceğim. Yani, Nobelli de olsanız makaleniz ret edilebiliyor. Moral bozmayıp çalışmaya devam edenler mutlaka kazanacaktır.” Burada bir şeyi açıkça vurgulamak gerek. Nobel ödüllü bir bilim insanının herhalde bir bildiği vardır, denilip değerlendirme işi hafife alınmamış. Ayrıca, beğenileceği ve atıf alacağı muhtemel bir makaleyi hemen yayınlama kolaycılığına kaçılıp Sancar’ın popülaritesi üzerinden prim yapmaya çalışılmamış; akademik standartlardan taviz verilmemiş.
Sancar’ın yayınlarını yaptığı dergilerde makale değerlendirme-yayınlama süreci aylar sürüyor. Hakemlerden eleştirilerin alınması ve buna göre düzeltmeler yapılması bazen bir yılı geçiyor. Hatta Sancar’ın yeni bir buluşunun önceki bir buluşundan daha sonra makale olarak yayınlandığı zamanlar oluyor. Bu nedenle Sancar bazı çalışmalarını prestijli ama detaylı ve uzun bir prosedürü olan dergilerden önce etki derecesi daha düşük ama süreci hızlı işleyen dergilere gönderiyor. Böylelikle buluşun sahibinin kim olduğu herkes tarafından bilinmiş ve araştırma tescillenmiş oluyor. Ayrıca başkalarının bu çalışmaya atıf yapması ve kendi araştırmalarını bunun üzerine bina etmesi mümkün oluyor.
Yabancı gelin ‘Gwen Sancar’
Sancar eşi Gwen Sancar ile 1976’da doktora eğitimi sırasında tanışıyor. Sınıf arkadaşlıkları ertesi yıl özel bir ilişkiye dönüşüyor. Eşi Sancar’dan 3 ay önce mezun oluyor ve New York Devlet Üniversitesi – Downstate Medical Center’a araştırma görevlisi olarak gidiyor. Görüşmeleri 2-3 haftada bir sadece hafta sonları ile kısıtlanıyor. Sancar Yale’de iş bulduktan birkaç ay sonra 1978’de Gwen’in teklifiyle evliliğe adım atıyorlar. 2,5 sene de böyle farklı şehirlerde evlilik hayatıyla geçiyor. Nihayet 1980’de Gwen Sancar Yale’e eşinin yanına geçiş yapıyor ve bundan sonra hiç ayrılmıyorlar. 1982’de North Carolina’ya da beraber gidiyorlar. 1984’te Aziz Sancar kadroya geçiyor, 1987’de Gwen Sancar.
Bugün her ikisi de Biyokimya ve Biyofizik profesörü olarak North Carolina Üniversitesi’nde görev yapıyorlar. Zaman içinde hem ayrı ayrı hem de ortak araştırma çalışmaları ve yayınlar yapmışlar. Gwen Sancar zaten çok başarılı bir araştırmacı ve işine düşkün. Aziz Sancar’ın çalışkanlığı ve ününden faydalanmamış. “Kariyerine odaklanmış bir kadınla yapabilecek çok erkek yoktur.” dediğine göre tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş denebilir. Medyaya göre hiç kendi çocukları olmamış ama 2 evlat edinmişler. Yukarıda bahsi geçen Türk Evi’nin bağlı olduğu Aziz ve Gwen Sancar Vakfı’nı 2007’de birlikte kurmuşlar. Hatta bu evin her şeyiyle Gwen Sancar çok daha fazla ilgilenmiş.
Ödül ödülü çekiyor
Sancar’ın hayatı boyunca araştırmalarının maddi ve manevi olarak desteklenmesinin yanı sıra seçkin bir bilim insanı olarak layık görüldüğü başka ayrıcalıklar da var. 1980’li yıllarda başarılı genç araştırmacı ödülleri alıyor. Keşifleri takdir ediliyor ve makaleleri en saygın dergilerde yayınlanıyor. 1994’te Science dergisi tarafından yılın en önemli ilerlemelerinin sağlandığı bilimsel araştırma alanı (Molecule of the Year Award) olarak Aziz Sancar’ın yaptığı keşifler sayesinde DNA Onarımı seçiliyor. 2005’te Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilen ilk Türk bilim insanı oluyor. Hemen ardından 2006’da Türkiye Bilimler Akademisi’ne seçiliyor. Sancar’ın pek çok başka başarısı da var.
İşin ilginç yanı, Türkiye Sancar’ın araştırmalarına ilgi göstermek, ortak projeler geliştirmek ve ödül vermek için çok ağır davranmış. Sancar 1980’lerden beri çığır açan bir insan. 1994’te İtalya merkezli Dünya Bilimler Akademisi Sancar’ın hayatında hiç görev almadığı Kaliforniya ve Stanford Üniversitelerinden profesörlerin övgü dolu referans mektuplarıyla kendisini üye yapıyor. TÜBİTAK’ın kendisine Bilim Ödülü vermesi bunu takip eden 1995 yılını buluyor. Çalışmaları New York Times’ın dikkatini çekiyor ama ana vatanında gündem olmuyor. Orhan Bursalı ve çok sınırlı bir çevre olmasa kimse adını bilmeyecek. Yine, TÜBA üyeliği ancak Amerika’daki dengi akademi üyeliğinden sonra gündeme geliyor. Türkiye’de hibe ve ödül takdirinde yaygın olan ve peşin hüküm getiren “Bahse konu kişi/kurum benzer ödül ve hibeleri daha önce hiç almış mıdır?” sorusu onun için de geçerli oldu sanırım. Hâlbuki seçici kurumlar önyargıyı bırakıp kendi değerlendirme kriterlerinden, süreçlerinden ve liyakat takdirlerinden emin olmalı, başka kanıt ve referanslardan faydalansa da kendilerini bunlara mecbur hissetmemeli.
Dünyada bunlar olurken Türkiye’de…
“Atalarımızın dünya medeniyetine büyük katkıları olmuştur. Türklerin ve Müslümanların ise 500 yıldır bilime önemli bir katkısı olmadı. Bilim bir gelenek meselesidir. Bilimle uğraşmak bizim atalarımıza karşı bir vicdan ve namus borcumuzdur.”
Ödülleri bir kenara bırakırsak, Sancar 70’li yılların sonundan bugüne kadarki 40 yıllık akademik kariyeri boyunca onlarca akademisyenle 400’den fazla makale yayınlamış. 33 kitapta bölüm yazarlığı yapmış. En fazla birlikte araştırma yaptığı insanlar arasında sadece 1 Türk dikkat çekiyor. O da Sancar’ın laboratuvarında 8 sene çalışmış olan bir araştırmacı. Yani, Türkiye’de, Amerika’da veya başka ülkelerde benzer konulara ilgi duyan Türk araştırmacıların kendisiyle ortak çalışma veya projeleri çok sınırlı olmuş.
Sancar laboratuvarında mutlaka Türkiye’den gelen öğrenci ve araştırmacılara yer vermiş. Nobel dersi konuşmasında bu isimlere de teşekkür etti. Sunum slaytlarında bu Türklerin isimleri vardı. Bugüne kadarki laboratuvar çalışanlarının toplamda %20’si Türklerden oluşmuş. Öte yandan, keşiflerini yaparken faydalandığı veya proje ortağı olduğu insanlar arasında hiç Türk ismi yoktu.
Sancar’ın araştırmalarına atıfta bulunan binlerce akademisyen arasında da Türkler ilk sıralarda yer almıyor. Amerika’da Sancar’ın araştırmalarını destekleyen, fonlayan, bilgi alışverişi yapan kurumların arasında kendi üniversitesi dışındaki okulların ve çeşitli şirketlerin ismi de geçiyor. Fakat Türkiye’den bu tür kurumsal bir ilgi de söz konusu değil. Sadece Sancar’ın son yıllarda İzmir Biyotıp ve Genom Enstitüsü gibi bazı kurumların danışma kurullarına alındığını duyuyoruz.
Tabi ilgisizliğimiz Sancar’ın şahsı ile alakalı değil. DNA onarımı ve Sirkadiyen Saat gibi biyokimya konularına çok yakın değiliz. Genel olarak temel bilimlere de yakın değiliz. Örneğin, geçen ay Sancar’ın da katıldığı İTÜ’deki bir buluşmada ‘40 kadar Kimya bölümünün öğrenciler ilgi göstermediği için kapandığı’ konuşuldu. Yine de ben Prof. Aziz Sancar’ın hikâyesinin Türkiye’de bilim ve Ar-Ge ile uğraşanlara ilham vereceğine ve kamçılayacağına eminim.
Bu yazıyı bilime çok merak duyan 13 yaşındaki yeğenim Zeynep Saraç’a ithaf ediyorum 🙂
I find your blog very useful. It’s very explanatory. I noticed that you used a sincere language and i liked it.
Thank you very much for your comment and kind words.
benim memleketim cok degerli evladi cok gurur Duydum.
Vatan sever Sayin Aziz Sancar a saygi seviglerimi sunar basaralar Dilerim
benim dusundugum sey Turkiyedeki 100 universitiler ve binlerce Porofesrler dunya capinda bir tek adam yetistirmediler
bu binlerce porofeserler ne isi yariyorlar. neyse londurada yasiyan bir Turk ilk okullu bitirmis ingilizce 5 siir kitabi yayinlayip dunyanin 80 universitelerine sokabilmis ve hic bir Turk okumus cahillerden yardim gormeden. 1500 siir yazmis dunya capindaki buyuk universitelerden taktir, tessekkur mektuplari aldi amma turkiyedeki kitaplari olan 5 universiterden 1 mektup bile almamadi.. onun testimonials okursaniz gereken bilgileri alirsiniz. website: http://www.tonykaplan.com
Turkiyedeki egitim sistemi felaketten baska bir sey degil bence..
Iyilere iyi gunler kotulere felaket dilerim
T Tasci
O benim memleketim cok degerli evladi cok gurur Duydum.
Vatan sever Sayin Aziz Sancar a saygi seviglerimi sunar basaralar Dilerim
benim dusundugum sey Turkiyedeki 100 universitiler ve binlerce Porofesrler dunya capinda bir tek adam yetistirmediler
bu binlerce porofeserler ne isi yariyorlar. neyse londurada yasiyan bir Turk ilk okullu bitirmis ingilizce 5 siir kitabi yayinlayip dunyanin 80 universitelerine sokabilmis ve hic bir Turk okumus cahillerden yardim gormeden. 1500 siir yazmis dunya capindaki buyuk universitelerden taktir, tessekkur mektuplari aldi amma turkiyedeki kitaplari olan 5 universiterden 1 mektup bile almamadi.. onun testimonials okursaniz gereken bilgileri alirsiniz. website: http://www.tonykaplan.com
Turkiyedeki egitim sistemi felaketten baska bir sey degil bence..
Iyilere iyi gunler kotulere felaket dilerim
T Tasci
elinize sağlık çok güzel olmuş fen ödevim için harika bilgiler var
İyi dersler 🙂
Serkan Bey harika bi yazı olmuş ben de nice umutsuzluklarla boğuşurken bu yazı çıktı karşıma şurası ilgimi çekti nobel ödülü alan birisinin bile makalesi reddediliyor ama değerli hocamız pes etmiyor vazgeçmiyor. Bana da bi ışık tuttu bu yazı ve hocamızın değerli hayatı teşekkür ediyorum size.
Teşekkürler Canan Hanım. Aziz Sancar sadece kazandığı nobelle değil, hayat mücadelesiyle de ilginç ve ufuk açıyor.
Size de aynı başarıyı diliyorum. Selamlar.
Emeğinize sağlık Serkan Bey,
Büyük bir keyifle okudum.
İyi çalışmalar
Teşekkürler Bahadır Bey, selamlar, iyi haftasonları diliyorum.
Elinize sağlık güzel bir yazı olmuş zevkle sıkılmadan okudum
Teşekkürler, sevindim.
Merhabalar Serkan bey,
Daha yolun başında olan bir araştırmacı olarak pek çok kez umutsuzluğa kapıldıgım zamanlar oldu. Tüm problemlerin beni bulduğunu düşünürdüm. Hatta bazen acaba ben bu iş için uygun değil miyim bile derdim. Her seferinde tekrardan başlayıp pes etmedim ama bazen katlanilmaz oluyordu. Bu yazınızı yayınlayarak bana öyle bir yol gösterdiniz ki çok çok teşekkür ediyorum. Özellikle eli öpülesi saygıdeğer hocamız sayın Aziz Sancar’a minnettarım. İnşallah bir gün tanışmak nasip olur. Iyi çalışmalar dilerim. Çok çok çok teşekkür ederim …
Selamlar Özge Hanım!
Yazı adresini tam bulmuş gözüküyor 🙂 Çok teşekkürler ilginize.
Bazen vakit alsa da veya dolambaçlı da olsa hiçbir çalışma karşılıksız kalmıyor. Sizin gibi vaz geçmeyenler için yol her zaman açık olacaktır.
Size hayat boyu sağlık, başarı ve iyi çalışmalar diliyorum.
Selamlar, sevgiler!
Kesinlikle doğru adres 🙂 sizinde emeğinize sağlık. Kolaylıklar diliyorum 🙂
Serkan bey merhaba,
Çok güzel bir bilgilendirme olmuş.Aile olarak ve Mersin’de yaşayan çok sevdigim ablaları Yıldız Sancar teyzem,Seyran Sancar ablam kardeşi Hasan abi ve tüm yegenleri de dahil az kaldı dedigimiz insanlardan hepsi.Yani aile öyle saygın ve sade.Paylaşımınız icin de çok tesekkür ederim.
Suide Şimşek
simseksuide@gmail.com
Merhaba Suide Hanım,
Yazımı beğendiğiniz için teşekkür ediyorum. Aranızdaki bağı bilmiyordum. Sevindim. Aziz Sancar’ı ve ailesini zevkle, takdirle takip ediyoruz. Hepsine çok selamlar. Size de sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Serkan Bey, çok güzel derlenmiş bir yazı olmuş ellerinize sağlık. Yazınız eminim ki pek çok araştırmacının duygularına tercüman olmuştur.
İyi çalışmalar dilerim.
Merhaba Yücel Bey,
İlginizi çekmesine sevindim, sağolun.
İyi çalışmalar.
Harika bir yazı olmuş, elinize sağlık.
Bence bu hikaye sadece bilim ve Ar-Ge alanlarında faaliyet gösteren insanlara değil, hedefine ulaşmak için çaba gösteren tüm insanlara ilham verecektir.
Teşekkürler Ömür Bey. Aziz Sancar’ın hikâyesi beni de bu yönüyle heyecanlandırdı. Detayları araştırdıkça ilginç şeyler keşfettim. Paylaşmam şarttı!
Serkan bey merhaba,
Gayet güzel ve anlamlı bir yazı olmuş. Okudum ve paylaşma ihtiyacı hissettim. Teşekkür ederim.
Nihat Pişkin
http://www.surbilisim.com
Merhaba Nihat Bey,
Çok teşekkürler beğendiğiniz ve vakit ayırıp bunu paylaştığınız için. Aziz Sancar’ın hayatı sürükleyici bir roman gibi…
İyi çalışmalar diliyorum.